"Enter"a basıp içeriğe geçin

“Boşver abi ya, okuyup ne olacaksın!”lar ile “Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık”lar arasında…

Yaz dönemine bıraktığım bir dünya güzel iş var. Hepsinin ortak noktası bir son tarihlerinin olmaması. Bu da beni bu işleri sürekli olarak ertelemeye itiyor. İki haftadır “işte şimdi zamanı geldi” desem de bir türlü istediğim odaklanmayı sağlayamıyorum. Bunda sıcak havanın da etkisi var tabi ama bence en önemli sebebi en temel odaklanma aracımı bir süredir kullanmıyor olmam. Blogum canım blogum. Ne zaman odaklanamasam imdadıma yetişiyor. Aklımın odalarında kenarda köşede kalmış her şeyi temizlemeliyim ki yenileri öne çıkabilsinler. Bugün de bu motivasyonla buradayım. Başlığı gördükten sonra bugüne seçtiğim temayı anlamak için kahin olmanız gerekmez. Blog yazılarımda sık sık yer verdiğim bir konuya giriyorum yine: Olumsuzluğu yayma kültürümüze.

Geçende Twitter’da bir konuya fazla yükseldim. Sebebi ironi veya ofansif mizah maskesiyle gizlenen ve amacı o olmasa da tırnaklarıyla bir yere gelmeye çalışan genç insanların tüm motivasyonunu yok eden mini mini tirajikomik şakacıklardı. Bu ülkede yaşanmaz, durulmaz, okunmaz, akademik kariyer yapılmaz… Bu ülkede ölünür, sürülünür, ölmekten beter olunur… Bunu söylediğiniz veya ima ettiğiniz bir gençten ne yapmasını bekliyorsunuz? Basıp gitmesini mi? Ölmesini mi? Öldürmesini mi? Her şeyden ümidini kesip köşesinde ölümü beklemesini mi?

Bunu sık sık yazıyorum ama bu yaklaşımı şuna benzetiyorum. Yakın bir arkadaşınıza ölümcül olmayan bir hastalık teşhisi kondu. Tedavisi meşakkatli ama mümkün. Tedavinin en önemli kısmı moral ve motivasyonun yüksek tutulması. Bu yapılan yorumlar, bu durumdaki en yakın arkadaşınızın karşısına geçip “vah vah, tüh tüh. Bence sen en iyisi intihar et. Nasılsa öleceksin, en azından öleceğin tarihi sen seçmiş olursun zuhahaha” demek gibi. Komik değil.

Ülkede memur olan “aman diyim memur olmayın, biz yandık siz yanmayın” diyor. Akademisyen “bu ülkede akademisyen olunmaz”. Esnaf, esnaf olmayı salık vermiyor. Öğrenci, öğrenci olmayı. Bu humblebragging ise anlaşılır belki ama değilse çok ilginç bir yaklaşımımız olduğunun göstergesi gibi.

Kendi başardığı her şey için azim, inanç, kararlılık vurgusu yapan insanların başkalarının başardıkları için hep bir “ama” bulması gibi sanırım. “Ama çevresi geniş”, “ama ağzı laf yapıyor”, “ama bize o fırsatlar verilmedi”… Belki “biz X olduk da ne oldu, siz X olmayın” demeleri de bu anlayışın tezahürü. Adeta “bizim burada kurulu düzenimiz var yiğenim, yoksa iki dakika durmayız”…

Bu tür muhabbetler seçim sonrası öğrencilerimden birinin “19 yıllık hayatım boyunca ne tuttuğum takım şampiyon oldu, ne oy verdiğim aday kazandı. Safi başarısızlık” demesini hatırlatıyor. Kimin başarısızlığı bu? Onun mu? Yoksa onun sahip olduğu bu başarısızlık hissinin altında yatan sebep gençlerin tüm gelecek umutlarını söndüren “bu son seçim, yoksa sonrası tufan” lafları mı? En korkuncu da sonrası tufan diye korkutulan gençler için başarısızlık addedilen bu tufan, onları bununla korkutanlar için “olabilir böyle şeyler yahu, çok da şey yapmayın”. Tekrar soruyorum, kimin başarısızlığı bu? Gençlerin mi? Gerçekleşmesinde en ufak bir etkilerinin olmadığı durumlardan neden onlar sorumlu tutuluyorlar? Neden kendilerine kıyma noktasına getiriliyorlar? Neden umutsuzca ve hayalsiz yaşamalarına izin veriyorsunuz? Neden bu topraklardan çok uzaklarda ve içinde sevdikleri olmayan hayaller kurmak zorunda bırakıyorsunuz? Bunu onlara neden yapıyorsunuz?

Akademide besin zincirinin en tepesindekiler “bu ülkede akademisyen olunmaz, boşverin gençler” diye bağırıp duruyorlar. Haklılar belki. Maaşlar düşük, laboratuvar ve fon imkanları az. İyi iş yapanın kıymeti yok, her köşe kapılmış. Ancak bu profesörler sahip oldukları pozisyonun ağırlığını kullanarak bu ortamı değiştirmek için hiçbir şey yapmıyorlar. Yapacak yerleri ağrıyor. Sonuç kendilerine yarayacak olsa bile yapmıyorlar. Tek yaptıkları “artık burada durulmaz yeğenim”cilik. “Sen neden duruyorsun o zaman?” diye soran olmadığı sürece de devam edecekler.

Akademide aklımdan çıkmayan bazı anektodlar var. Uzun yıllar önce bir etkinliğe katıldım. Ben yine bildiğiniz gibi, bambambam. Diğer konuşmacılar da öyle. İnanılmaz keyif aldım. Aynı şeye aynı tonda vurgu yapmak her zaman iyidir. Etkinlik sonrası sohbetlerinde aramızdaki en profesör “ben konuşur eleştiririm, değiştirmek benim işim değil” dedi. Neden olmasın? Konuşuyorsak, şikayet ediyorsak, eleştiriyorsak, değiştirmeye de gönüllü olmamız gerekmez mi? O zaman eleştirimizin ne kıymeti var? Al bunu değiştir dediğin gencin öyle bir gücü yok, senin var. Seninse yerin dar. E oynama da o zaman!

Evet, her şey gerçekten çok kötü gidiyor: Ekonomi, akademi, sosyal hayat. Her şey. Yae aslında o kadar da kötü değil demek için yazmadım bunu. Tek bir amacım var. Bu ülkede bu atmosfere rağmen çok güzel işler yapan insanlar/gençler var, ama akademide, ama öğretmenlikte, ama yazılım işinde. Biz onlara hiç bakmıyoruz. Varsa yoksa kötüler. Kötülükler. Onları öne çıkardıkça normalleştirdiğimiz şeyler kümesi gitgide büyüyor. İşini iyi yapan insanlar görünmez oldukça bunun önüne geçmek mümkün değil. Şikayet ettiğimiz şeylerin iyileşmesi için iyileri görmeniz lazım. Görmek ne kelime, nefes alış verişlerini bile duymamak için kilometrelerce uzakta duruyorsanız da hiçbir şey söylemeye hakkınız yok demektir.

Gençlere “Türkiye’de her şey çok kötü, siz en iyisi überkulade yurtdışına gidin” satılıyor. Sanki dünya Türkiye ve yurtdışı diye iki konumdan oluşuyor gibi. Yurtdışında her şey şahane. Yine bir anektod olacak belki ama inancımı tazeleyen bir gerçekten bahsedeceğim size. Doktora sonrası araştırmamı yaptığım ülkede akademide durum bizimkine paralel, maaşlar daha düşük, dikey hiyerarşi göz korkutucu. Ancak benim doktora sonrası araştırmamı sürdürdüğüm grup bizim akademisyenlerin dilinden düşürmediği her şeyiyle muazzam “yurtdışı”. Bunu sağlayan şey ne biliyor musunuz? Bunu kendisi ve işlerine inandığı insanlara sağlamak isteyen tek bir kişi. Balonlar yaratmak, o balonlarda hayalinizi yaşatmak, balonu kimsenin patlatmasına izin vermemek çok zor kabul ediyorum. Ancak imkansız değil. Yapılmışını gördüm. Yapılabileceğini gördüm. Bir süredir tek bir hedefim var, bunu hayata geçirebilmek. O balonlar kadar kıymetli çok az şey var.

Biz bu konuları Didem Işıksal’ın Peki ne kattın? isimli podcastinde hayli kıkır kıkır gülmeler eşliğinde konuştuk. Bu yazıya bir kapanış yapmayayım. Siz oradan devam edin. Ben de aklımın odaları pırıl pırıl olmuşken bekleyen işlerime döneyim. XOXO.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir