"Enter"a basıp içeriğe geçin

‘Hermeneutik adaletsizlik’ ve deneyim paylaşımı

Blogumun taslakları atarlı-giderli bir dünya taslağı barındırsa da uzun süredir fırsat bulup da blog yazamadım. Son blog yazım Sahada hakkındaydı. Bugün aldığım bir instagram mesajı sonrası 16 Mart akşamı taslağını kaydettiğim yazıyı tamamlamaya karar verdim. Bu blog yazısı 15 Mart’ta konuşmacılarından biri olduğum şahane panelin sonrasında aldığım geri bildirimler ile şekillendi. O yüzden tüm konuşmacılarının unvanlarıyla değil*, isimleri ve o isimlerin çağrıştırdıklarıyla varlık göstermeyi tercih ettiği bu şahane etkinliği hala izlemediyseniz önce onu izleyin, sonra bunu okuyun derim

*Posterde unvan kullanmama durumunun bilinçli olup olmadığını soranlar için toplu yanıt, evet bilinçli :=)

Panelin benim tarafımdaki hikayesi Aralık başında Müsemma’dan aldığım bir davet telefonuyla başladı. Ocak ayında birlikte ilk toplantımızı yaptık. Canan Hoca ve Müsemma mükemmel bir akış planladılar. Ayşegül ve Berna Hocaların her söylediği pırıl pırıl yeni bir ışık yaktı kafamda. Müsemma kitaptan şahane örnekler buldu çıkardı serdi önümüze. Beş kadın, her toplantımızda deneyimlerimizi paylaştık. Paylaştığımız bu deneyimler de etkinliği şekillendirdi. Ön toplantıların hepsinde dayanışma vurgusunun önemini konuştuk. Negatif bir ruh halini yaygınlaştırmaktansa neyin ne olduğunu bilmek ve çözüm yolları üretmek gerekiyordu çünkü. Karalar bağlayıp oturmak, sürekli olumsuzluklardan bahsetmek hiçbirimize doğru gelmiyordu. Tarihin ilk dönemindeki toplayıcı sanılan avcı kadınlarla başladık, cumhuriyetin ilk yüzyılındaki sahadaki kadınlar ile devam edip şimdiye geldik ve hem biz hem de etkinliğe katılanlar çok keyifli ayrıldı Yapı Kredi Loca’dan. Ancak etkinlik benim için orada bitmedi. Konuşmam esnasında aşağıdaki fotoğrafı göstererek akademide görmezden gelinen bir unsura, bakım yüküne vurgu yapmıştım. Etkinlik sonrasında da instoşta şu notla paylaştım.

Bir akademik anne çalışıyor gözleri yaşlı. (Not: Annecim esprisinin kaynağı bir sonraki paylaşımdaki videoda benim annecim amaaağğ hadiiğ diye ağlıyor olmam)

Sonrasında gelsin yorumlar, gelsin deneyim paylaşımları. Yazanların, söyleyenlerin ağzından özetleyeyim birazını (bazılarını birleştirdim. O kadar benzer hikaye var ki):

  • Biliyor musunuz ben bir doktora öğrencisiyim ve benim çocuk yapmam kendisi de bir çocuk sahibi olan danışmanım (erkek) tarafından yasaklandı. 35 yaşındayım, doktora ne zaman biter bilmiyorum ama doktora bitmeden hamile kalırsam doktorayı asla bitiremeyeceğimi de biliyorum. Bekar erkek doktora öğrencilerine evlen baskısı, evliyse de çocuk yap baskısı yaparlarken bana bunu yapmaları doğru gelmiyor.
  • Yeni araştırma görevlisi oldum. Herkes küçük hanım diyor. Her gören “ay sen ne tatlısın bıcır bıcır diyor. Kimse henüz “e sen ne yapmayı planlıyorsun akademide” diye sormadı. Umarım bir gün sorarlar (bir sunuş sonrasında “yine coşturdun cimcime” geribildirimi almış biri olarak genç arkadaşımın nasıl hissettiğini çok iyi anlıyor ve göz deviriyorum).
  • Araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladıktan sonra hamile kaldım diye “tabiiğ, rahat pozisyonu buldun artık. Yaparsın çocuk, sonra da yatarsın” dediler. Bunu duyacağımı bildiğim için dördüncü aya kadar kimseye söylememiştim. Duydum da. Ama yatmadım. Böyle demesinler/düşünmesinler diye herkesten daha çok çalıştım. Hiçbir işe hayır demedim. Diyemezdim.
  • Annem rahatsızdı. Bölümde yapmam gereken işi sabaha kadar yapıp sonra hastaneye gittim. Hastane işi bitince de bölüme geçtim. Bana “annelerin hastalığı bitmez, işler beklemez. Burada olunacak” denmişti. Aynı durumu yaşayan bir başkası aylardır bölüme uğramıyor ama sanırım makbul olan o olduğu için herkes sık sık onun ne kadar fedakar bir evlat olduğundan bahsediyor.
  • Süt iznimi bir günde toplamıştım. O günler işe gelmemek için anlaştım. Ancak süt izni kullandığım süre boyunca herkes “seni sık göremiyoruz, çocuk yoruyor galiba” diye iğneli konuştu. Aynı bölümde bir erkek çocuk sahibi olduğunda bir ay bölüme gelmedi. “Ne kadar yardımcı oluyor eşine, bak işinden daha çok öncelik verdi çocuğuna” diyerek takdir ettiler.
  • Bir sınav jürisinde bildiğim konuda biraz uzun konuştum diye “Allah kocana sabır versin” diyen oldu. Tabi gülerek söyledi. Terslersem almazlardı. Terslemedim ben de. Hala keşke tersleseydim diyorum, çünkü yine de almadılar. Kocama sabır diledikleri zaman anlamalıydım konuşan bir kadını asla tercih etmeyeceklerini.
  • Etkinlikte tavsiye ettiğiniz şeyi çok zaman önce yaptım. Ses çıkar(a)mayanın sesi oldum. Onun yerine ses çıkardım. Bu konuda daha önce kapalı kapılar ardında pek çok kez şikayetini dile getirmiş kadınlar da dahil olmak üzere kimse destek vermedi. Hatta dalga geçtiler. Hala geçiyorlar. “Bizde böyle şey olmaz, mümkün değil” diyorlar. “Bak tek rahatsız olan sensin, demek ki sorun sende” diyorlar. Bundan sonra kimse için ses çıkarmama kararı aldım ben de. Artık sadece izliyorum.

Yukarıdaki cümlelerde kendinizi veya bir tanıdığınızı görmüş olabilirsiniz. Çünkü çok yaygın. Peki neden bu kadar yaygın sorusunun cevabı ise çok açık: Herkes bunları biliyor ama çok az kişi bunu dillendiriyor. Dolayısıyla genel kabul “demek ki sistem böyle” şekline dönüşüyor bir noktadan sonra. Sonra ne oluyor: Miranda Fricker’in Epistemik Adaletsizlik dediği şey gerçekleşiyor.

Epistemik adaletsizlik (Epistemic injustice)

Miranda Fricker’e göre epistemik adaletsizlik belirli grupların üyelerinin açıklamalarının onlarla ilişkilendirilen olumsuz sosyal stereotipler nedeniyle sistematik olarak ihmal edilmesi veya itibarsızlaştırılması anlamına geliyor. Yargının doğruluğundan çok söyleyenin inandırıcılığı sorgulanıyor ve belirli bir grubun üyesi iseniz inandırıcılığınız düşüyor. Epistemik adaletsizliğin iki türü var: Tanıklığa dayalı adaletsizlik (testimonial) ve hermeneutik adaletsizlik.

Tanıklığa dayalı adaletsizlik çok yaygın ve “bir kişinin cinsiyeti, cinselliği, ırkı, engelliliği veya genel olarak kimliği nedeniyle göz ardı edilmesi veya ona inanılmaması durumu” olarak tanımlanıyor. Hermeneutik adaletsizlik ise yukarıda listelediğim adaletsizliklerin olduğu durumlarda, sessizliği bozmak istediğimiz “şey”in yaygın bir adının olmadığı durumlarda ortaya çıkıyor.

Düşmanın adını koyabilmek*: Hermeneutik adaletsizlik nedir?

* Rae Langton’un Epistemik Adaletsizlik kitabı arka kapağındaki tanıtım yazısından.

Fricker’e göre hermeneutik adaletsizlik bireyin toplumsal deneyiminin kayda değer bir alanının hermeneutiğe dayalı marjinalleştirme nedeniyle kolektif kavrayıştan gizlenmesiyle ortaya çıkan bir adaletsizlik türü (s. 253). Bu adaletsizlik türü geniş bir kitlesel önyargı ve bunun sonucunda dinleyicilere yansıyan/indirgenen bir önyargı/duyarsızlık hali doğuruyor. İki türü var: Sistematik ve tesadüfi adaletsizlik. İster sistematik, ister tesadüfi olsun, “tahakküm altına alınmış kimseler, tahakküm edenlerin kendi amaçları doğrultusunda yapılandırdıkları bir dünyada yaşıyorlar(s. 237). Fricker bu yapılandırılmış ‘dünya’daki davranışları “bir dizi ustaca kurgulanmış ve kalıcılık taşıyan belli belirsiz davranış” olarak tanımlamış.

Diğer tarafta hermeneutiğe dayalı adaletsizlikte suçlu olan kimse yok. Çünkü suç ne? Suçlu kim? Çünkü “…hakim konumdakiler kendi deneyimlerini anlamlandırma esnasında bu deneyimlere uygun kavrayışları elde bulundurma eğilimi gösterirken, tahakküm altındakiler kendi toplumsal deneyimlerini belli belirsiz şekilde buluyorlar”. Soru şu: Adını bile koyamadığınız şeye eşitsizlik demek mümkün müdür?

“E ses çıkarsınlar onlar da, adını koysunlar”

Böyle durumlarda “e eliniz armut mu topluyor, ses çıkarın siz de, adını koyun” deniliyor sık sık. Buna Fricker’ın bir cevabı var. Toplumsal deneyimin kayda değer alanlarında eşitsiz hermeneutik katılım söz konusu olduğunda, dezavantajlı grup üyeleri hermeneutik olarak marjinalleştiriliyor (Marjinalleştirmek: Katılımcı açısından değerli olan birtakım pratiklerden dışlanmak ve ikincil konuma itilmek). Hatta diyor ki “verili bir sosyal grubun karakteristik dışavurumcu üslubu, hermeneutiğe dayalı bir boşluk olabileceği gibi, aynı şekilde iletişim kurma çabalarına haksız biçimde fazladan engel teşkil edebilir”. Fricker diyor ki sistematik bir hermeneutik adaletsizliğin olduğu her ortamda tanıklığa dayalı adaletsizlik ile hermeneutik adaletsizlik birleşir. Sonra ne mi olur? Kişi iki kez adaletsizliğe uğrar. Hem gördüğü, hem de söylediği için.

Yani düşmanın adını koymak yetmiyor. Bu adı yaygınlaştırmak da gerekiyor. Bilmek, başkalarına anlatmak. Çünkü ancak anlatıldığı takdirde isim koymak mümkün olabiliyor. Tüm bunlar bana hep deneyim paylaşımının önemini hatırlatıyor. Deneyimlerinizi paylaşın ki bilsinler. Dayanışın ki sorunlarının biricik olmadığını anlasınlar. Anlasınlar ki iyileşsin, sonra diğerlerini iyileştirsinler. İyileşelim.

Ay çok iyi geldi. Ben blog yazmak için doğmuşum. Okuduysanız teşekkür ederim. Buradan sonra kitabı da okuyun derim. Türkçesi de var: Fricker, M. (2007). Epistemic Injustice: Power and the Ethics of Knowing. Clarendon.

2 Yorum

  1. Günseli Bayram Akçapınar
    Günseli Bayram Akçapınar 5 Nisan 2024

    Merhaba, Uzunca bir süredir sizi beğenerek takip ediyorum. Kadınların, özelde kadın akademisyenlerin tüm hayatları boyunca yaşadıkları eşitsizliklerin içinden geçerek, halihazırda da bu eşitsizliklere maruz kalmaya devam ederek yaşıyoruz, akademik aşamaları geçiyoruz. Sessizliğin egemen olduğu ve normalleştiği bir toplumda herşeyi söyleyen olmak da oldukça yorucu. Çünkü sürekli marjinalleştiriliyoruz. Diversity yerine tek tipleşmenin ve suskunlaşmanın kulaktan kulağa nasihat edildiği bir ortamda çabalarınız, yaptıklarınız çok değerli. Herhalde beni en çok rahatsız eden şey de genele yayılan bu suskunluk hali. Tabii bir de sağda solda uçuşan “Ablacığım”lar…
    Dostça selamlar

    • wordpress_ztcom
      wordpress_ztcom 5 Nisan 2024

      Hocam ne güzel yazmışsınız. Ne güzel anlatmışsınız olanı. Çok teşekkürler <3

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir